3 Kasım 2012 Cumartesi

ALDEBARAN


Royal star başmelek Mikael olarak da bilinen Aldebaran (α Tau, α Tauri, Alpha Tauri) Boğa takımyıldızında dünyadan 65 ışık yılı uzaklıkta turuncu dev bir yıldızdır. 0,87 nci kadirden parlak yıldız geceleyin gökyüzünün en parlak yıldızlarından biridir. Aldebaran ismi arapçadır ve izleyici olarak tercüme edilir, gece gökyüzünde Pleiades ve Yedi Kız kardeş yıldız kümesiyle beraber görülebilir.

adını arapçadaki el dabaran dan alır, takip eden demektir. pleaidesi takip ettiği için bu isim verilmiştir.
boğa takım yıldızının alfa'sı, elifi yani en parlak yıldızıdır. yön bulmada kullanılmışlığı vardır.f

arapça "el-deberan" kelimesinin yunancaya çevrilmiş hâlidir, takip eden, izleyen, arkasında duran gibi anlamları vardır. zaten deberan kelimesi de dübür kelimesiyle aynı kökten gelir, dübür de arka, kıç, ve hatta türkçede göt demektir. aldebaran, yedi kızkardeş olan pleiades takımyıldınızını takip ettiği için kendisine bu isim verilmiştir.

Orion'u ayakları yere basar şekilde düşünürsek yayının sağ üst köşesindeki parlak yıldızdır. boğa takımyıldızı içinde bulunur. doğru mu buldum acaba? diye düşünenlerdenseniz bulduğunuz yıldızın etrafına bakın. eğer 6-7 yıldızdan oluşan üçgen benzeri bir yapı varsa ve bulduğunuz yıldız da bu üçgenin bir parçasıysa doğru buldunuz demektir.

kizgin boganin kirmizi gozudur. aldebaran gokyuzunun en parlak 13. yildizidir.bize 65 isikyili uzak olmasina ragmen bu denli parlak olmasinin sebebi bir kirmizi dev olmasindandir. dikkatli bakildiginda parlak beyaz renkli gozukmez bircok yildiz gibi. hafif sarimsi, turuncumsudur. 

Boğa takımyıldızının bir parçası olan Aldebaran, bu takımyıldızının en parlak yıldız idi ve hâlâ da öyledir. Gökyüzündeki on dördüncü en parlak yıldızdır. Boğanın gözleri olarak bilinir, çünkü Boğa’nın on beşinci derecesinde, takımyıldızının tam ortasında bulunur (Her bir burcun otuz adet derecesi vardır). Romalılar Aldebaran’ı ana yıldız olarak görürlerdi, çünkü astrologlar tüm boylamları bu yıldıza göre ölçerdi. Zodyak Kuşağı’nm başlangıç noktası olarak kabul edilirdi.

BUNLAR NE BÖYLE YA SONRA OKURUZ

Oh! Aryaman senin birçok yolların,

Tanrıların gittikleri yoldur.

Ki onlar

O yollardan göklerden geldiler. Hint kutsal yazılarından Taittirya Samhita’dan
Mars Gezegenin Mirası:
Bazı eski yazılarda bizim zaman kavramımızın Mars’tan çok etkilendiği belirtilir. 19. yüzyıl sonlarında kurulan “Altın Şafak”, OTO ve Teozofi örgütleri de (Bu konuda 3. kısımdaki açıklamalara bakınız) Mars gezegeni ile çok ilgilenmişlerdi.
İddialara göre, Mars’ın yörüngesi her 108 yılda bir dünya’ya yaklaşmaktaydı. Bu yakınlaşma dolayısı ile Mars’taki kanalların gözlemlendiği bile iddia edilmiştir. Yine iddialara göre, Mars’ın bu periyodik yaklaşımı dünya üzerinde bir seri teröre ve felakete sebep olmaktaydı. Bu nedenle anti halklar Marsı savaşcılar gezegeni olarak adlandırmışlardı.
Bazı bilim adamları yaşamın genetik olarak Mars’tan dünyaya geldiğini iddia etmişlerdir. Pireneler ve İtalya’nın St. Angeles bölgesine göç eden Gali ırkların %60-90 oranlarında Rh negatif kan taşıdıkları tespit edilmiştir. Rh pozitif kana mensup insanlar bu dünyalıdır, bu dünyada yaratılmışlardır. Halbuki Gali ırklar ve/veya kim Rh negatif kana sahipse o pekala Mars’lı olabilir. George Hunt Williamson ve George Adamski 1940’lı yıllarda, ABD’de UFO2larla temas kurduklarını iddia eden ilk şahıslardı. Williamson, Kolarado Üniversitesi’nde Arkeoloji profesörü idi. UFO’larla ilgili aykırı görüşleri yüzünden bu unvanını kaybetmişti Williamson’un aykırı iddiaları daha çok dünyaya gönderilen bir Mars kolonisi hakkındadır. Wiliamson’un iddiasına göre, başlangıçta dünyaya yerleşen bu ırka “Yaşlılar ırkı” veya Elohim deniyordu. (Bu konuda “Thulenin perde arkasındaki gerçek üstadı; “Haushofer” başlıklı bölüme bakınız) Elohim’in niyeti dünya gezegeni üzerinde gelişmekti. Onların dünyaya geldikleri tarihte, mevcut insan ırkı fazla gelişmemişti. Elohimler dünyaya gelmek için dinozorların tamamen ortadan kalkmasını beklemişti. Elohimler ruhsal bakımdan fazla tekamül etmemiş olmakla beraber, çok ileri bir teknik düzeydeydiler. Williamson’un iddialarına göre, Elohimler dünyadan evvel Mars’ı kolonileştirmişti ve bu gezegendeki yaşamları ile ilgili yazılı bir tarih bırakmışlardı. Mars, o zamanki yörüngesinde iken, gezegenin yüzeyinde muhtelif yaşam formları mevcuttu. Gezegenin yörüngesinin değişmesi ile, Mars’ta iklimlerde büyük değişiklikler gözlemlenmeye başladı. Buzlanma ve havanın buzları eritecek kadar ısınması çok hızlı olarak birbirini takip etti ve bunun sonucunda seller mevcut kanalları genişlettiler. Bu olaylardan sonra gezegenden yaşayanlar buradan göç etmeye karar verdiler. Ruhsal olarak tekamül etmiş olan Mars’lılar, gezegenden ayrılmayarak başka bir boyuta geçtiler. Pşişik olarak bu kadar gelişmemiş bir grup ta zaman makinalarını veya uzay araçlarını kullanarak fiziksel formları ile dünyaya göç ettiler.
Bu göç, Marslı bir bedenden dünyalı bir bedene reenkarne olmak şeklinde de sürdü. Williamson bu inanılmaz hikayesini, bu varlıkların bilgilerini kristallerde sakladıklarını söyleyerek bitiriyordu. Onun iddiasına göre, bu kristallerden bazıları And dağlarındaki “Yedi Işın” mabedinde saklanıyordu. Williamson dünya dışı varlıklarla temas kurduğunu iddia ettiği zamanlarda, gezegenin bir başka tarafında Mars’la ile ilgili ani bir canlanma olmuştu. Naziler Tibetteki arkeolojik araştırmalarının sonucunda, Mars tarihinin bir diğer yüzünü keşfetmişlerdi. Bu araştırmalarda bulunan muhtelif eşyalarda Mars’taki bir medeniyetin izlerine rastlanmıştı. İlginçtir ki bu buluntular, Williamson’un bu kayıtlardan bazıları günümüzden 450.000 yıl, daha eskileri ise 1 milyon yıl geriye gidiyordu. Williamson, And yerlilerinin çanak ve çömleklerine Mars haritası çizmelerinden çok etkilenmişti. Uzakdoğuda ve Güney Amerika’da bulunan tarihi eşyalar içinde en önemlisi, insanların şuurluluğunu yükseltmek için yapılan, kristal tabletlerdi. Bu tabletler 2 boyutlu olmakla beraber, üç boyutlu bir görüntü verebiliyor ve 4. boyut deneyimini veya aşkınlık sürecini yaşatıyordu. Bu çeşit malzemeler, “Aslanın gizli yerleri” adı verilen yerlerde saklanıyordu. Bu tip yerlerde giriş kapılarını (Mısır’daki Sfenks’de olduğu gibi) aslan heykelleri koruyordu. Bütün bu yerler en kutsal yerler olarak iliniyordu. Bu yerlere fiziksel olarak veya boyutlararası bir giriş yapmak mümkün değildi. Günümüzde bu yerlerden en önemlisi Çin’de bulunan Şensi piramitleridir. Şensi’de 10 tane büyük, 3 tane küçük piramit ve 3 tip Sfenks vardır. Mao’nun ordusu Tibet’i ele geçirdiği zaman Nazilerin buradaki etkisi sona erdi. Bu bölge günümüzde de ziyaretçilere yasaktır. Willamson’a göre, Şensi piramitleri gezegenimizdeki açılacak son mühürdür. Eğer onlar açılabilirse, dünyanın enerji (Ley) hatları ile temas kurmak, yani kayıp bir bilimi yeniden keşfetmek mümkündü. Bu enerji hattının keşfi yalnız “Serbest Enerji”nin temininde değil, insanların şuurluluğunda da büyük bir değişime yol açabilirdi. Naziler, Tibetli rahiplerden işte bu sırrı öğrenmişlerdi. Fakat bu sırrı veren Tibetli rahipler de ne yazık ki Mao’nun askerlerinin kurbanı olmuşlardı.
Tabii ki bu tabletlerin Mars’tan gelebileceği düşüncesi, “Normal Amerikan Düşüncesini” çok rahatsız ettiği için, bu gerçeklerin kabulu o zamanlar için imkansız görülmüştü.
Eski Mısır’a ait ezoterik yazılarda, Sirius gezegeninden gelen ışığın ayin sırasında bir inisiyeye gelmesi önemli bir olay olarak belirtilmişti. Eski Mısır gibi, eski Mars medeniyeti de bu yıldızdan çok etkilemişti. Mars üzeirnde görülen geometrik şekiller, Sirius gezegenini övmek için yapılmıştı. Bir efsaneye göre, Mars üzerindeki yüz, “Sukon” denilen bir tanrı veya solar logos için yapılmıştı. Siriuslular onun izni ile Mars’a yerleşmişlerdi. Mısırlılar onu “Seth” olarak bilirlerdi. Siriuslular Mars’a yerleştikleri zamanlarda Mars hayatın beşiği idi.
Sümer-Aryan Bağlantısı
Hitler’in çevresindeki bazı okültistlere göre, Aryanlar ve onların genetik mirası eski Sümerler’e dayanıyordu. Bu “aydınlanmış” ve “pozitif” insanlar, “Sümer Yılan Kardeşliği” veya “Vril” kimliği ile tanımlanıyorlardı. Bu kardeşlik örgütü, tarihboyunca “Haşhaşiler” ve “Esensiler” ile birlikte çalışmıştı. Bu kişilerin öncelikli misyonu “Aryan kanının saflığını” korumaktı.
Bu kardeşlik örgütü üyeleri misyonları gereği Ortaçağlarda “Tapınak Şövalyeleri”ne, daha sonra da “İlluminati” ve üst derece Masonluğa sızmışlardı.
“Sümer Yılan Kardeşliği” Örgütü
W. Bramley, “Gods of Eden” (Cennetin tanrıları” adlı kitabında gizli örgütlerin insanlık tarihinin arka planındaki itici güç olduğunu iddia etmektedir. Bramley’e göre, gizli örgütler, tarih öncesi “Yılana tapanlar” kültü tarafından, insanlığı zalim “Nezaretçilerin” (Dünya dışı ziyaretçilerin(1)) tuzağından kurtulmak için kurulmuştu. Bu uğraşları başarısızlığa uğrayınca, “Yılan Kardeşliği” örgütüne “Nezaretçiler”in ajanları sızdı ve örgüt insanlığa karşı cephe aldı. Bu örgüt, bugün de muhtelif gizli örgütler içinde yeniden doğarak yaşamakta ve insanlarla ile ilgili birçok olayı yönlendirmektedir. Bramley’in “Yılana tapanlar” kültü ve gizli örgütlerle ilişkileri oldukça gerçekçidir. Bilindiği gibi, yılan insanlar tarafından bilinen en eski dinsel sembollerden biridir. Tevrat’ta, Musa’nın Yahudiler arasında “Yılana tapan” bir mezhebe rastladığı anlatılır. Bu mezhep, yüzyıllar boyunca yılan için insanları kurban etmişti.
Modern dinler tarafından, yılan –diğer bütün pagan sembollerle beraber- kötülüğün ve şeytanın bir sembolü sayılmıştır. Yılana tapanlar dinlerini devam ettirmek ve baskılara maruz kalmamak için gizli örgütleri kurmuşlardı. Bramley’e göre, bütün gizli örgütler –Masonlar, Gülhaçlılar, İran ve Asya mezhepleri, eski “giz” mezhepleri, paganlar, yılana tapanlar v.b- birbirlerinden ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, hepsinin ortak motifleri ve inançları vardı. Örneğin “her şeyi gören göz bütün bu örgütlerde çok sık karşımıza çıkan bir semboldür. Bramley, “Her şeyi gören göz” (Bir uçgen içinde ışık saçan göz) Masonlukta da kutsal olarak kabul edilen bir semboldür, demekteydi. İlk Hıristiyanlar ve Mısır dini de “Horus’un gözü” bu göz sembolünü kullanmışlardı. Peki bütün bunları birbirine bağlayan halka ne idi?
Bramley, bu insanların “tanrılar” dedikleri varlıklardı diye cevaplamaktadır. O, mitolojide tabletlerine kadar geriye giderek, tarih öncesi çağlarda da aynı hikayeleri bulduğunu iddia etmiştir.(2) Bramley’e göre bu tanrılar havada uçabiliyor ve insanlara benziyorlardı. Bazı iddialara göre, Führer’in yardımcısı R. Hess adı geçen örgütün (Yani Vril veya diğer adı ile Sümer Yılan Kardeşliği) önde gelen inisiyelerindendi ve Hitler’den daha üstü bir derecede idi. Hess, 1941 yılında Hitler Almanyası’nı terk ederek, özel bir kişi ile görüşmek ve bir çeşit büyüsel ayine katılmak üzere İskoçya’ya gitti. Bu ayin bir “Zaman Yolculuğu” ile ilgili idi. Kontrol grubu, “Marduk” diye bilinen Aryan gezegeninin(3) Mars’la aynı yörüngede rezonansa girmesini beklemişti. Çünkü ancak bu şekilde zamanda yolculuk yapılabiliyordu. Hess’in İngiltere’de Crowley’in Ashdown ormanında Hess’i İngiltere’ye getirmek üzere bir büyü ayini yaptığı biliniyor. Başka bir iddiaya göre de, gerçek Hess başka bir zamana gönderilmişti. Yerine Hess’e benzeyen başka birisi geçmişti. Birçok muhafazakar kaynaklar ve Nürnberg mahkemelerini eleştirenler, R. Hess’in bir ikizi (genetik kopyası mı) ile değiştirildiğine inanmışlardı.
William Bramley, “The Gods ef Eden” (Cennetin tanrıları) adlı kitabında Orange hanedanı üstündeki görünmeyen Alman etkisini, “Yılan kardeşliği” örgütüne bağlar. Bramley adı geçen kitabında Avrupa’daki monarşi kurumunun eski Sümer tanrılarına kadar uzandığını ileri sürmüştü. Sümer tabletlerinden anlaşıldığına göre, ilk insan krallar, insan kadınları ile evlenen dünya-dışı nezaretçi yöneticilerin soyundan geliyordu. Böyle bir soy, kraliyet kanı kimliğini kazanmayı hak ediyordu. Bu tanrılar “Mavi Derili” veya “Mavi Kanlı” olarak ta biliniyordu ki, “Mavi kan”ın soylular için kullanılmasının bir sebebi de budur.
William R. Lyne, “Space Aliens From The Pentagon” (Pentagonlu uzaylı-yabancılar) kitabında, Sümerlilerin dünya dışı kökenli olduğunu iddia eder. Lyne göre, “Sümer”=”Marduk”un Kara Güneş halkı” anl***** geliyordu. Yine ona göre, Cermen kabilelerin kökeni Hyperborea’ya dayanıyordu. Bazı CIA araştırmacılarının yaptığı araştırmalar da Sümerlilerin kökenlerinin Aldebaran denilen yıldıza kadar uzandığı tespit edilmişti.

(1) Gri’ler ya da Marduk’lular olabilir.

(2) Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Zecharia Stichin’in “12. Gezegen” isimli kitabına başvurabilirler.

(3) Marduk, 12. gezegen olarak da bilinir. Sümerliler bu gezegeni “NİBİRU” diye adlandırıyorlardı. Yörüngesinin Jüpiter ile Mars bir yerde göründüğü iddia edilir. (Maldek mi? Astreoid Kuşağı mı?)
Vril-Medyumlarına Gelen Kanal Bilgilerine Göre Sümer-Aldebaran İmparatorluğu (Summi Dünyası):
Aldebaran, Boğa takım yıldızının en önemli yıldızıdır.(1) Ortaçağ’da Kara Taş Tapınakçıları gizli örgütünün medyumsal ve/veya trans-iletişimi yoluyla elde ettiği bilgiler, 20. yüzyılda Vril örgütünün elindeki bilgilerle tam bir uyum içindeydi. Bu elde edilen bilgilere göre, Aldebaran bilinmeyen sayıda gezegene sahipti. Ama bu gezegenlerden ancak ikisinde yaşam vardı. Aldebaranlılar güneşlerine “SUMİ” ve üzerinde yaşam olan iki gezegene de “Sumi-Er” ve “Sumi-An” diyorlardı. Aldebaran İmparatorluğu “SUMERAN”Lar ve “SUMMİ” olarak da bilinmekteydi. (Dünyaya gelen Aldebaranlılar da kendilerine “Sümerliler” diyorlardı.) Daha evvel de belirttiğim gibi, Sümer kral tabletleri şu kelimelerle başlıyordu; “Kraliyet gücü göklerden geldiği zaman..” Yani göklerden tanrılar değil kraliyet gücü Sümeran Aldebaranlı insanlar gelmişti. Bunun en belirgin izini, eski Mezoptamya kültürlerindeki kanatlı boğa tasvirlerinde görmekteyiz. Bu sembole Sümerlilerde ve onların kültürel mirasçısı olan halklarda sıkça rastlanmaktayız. 13. yüzyıl Alman Isais açıklamalarında bu çok açık olarak belirtilmişti: “Yardım boğanın başından gelecektir.” Yani Boğa takım yıldızının ana yıldızı Aldebarandan… İncil’de ise Aldebaran Summi sembolü olan kanatlı boğa kötülüğün sembolü Moloch’a dönüştürülmüştü.(2)
Summi gezegenler sistemi bizim güneş sistemimize benziyordu. Sumier ve Sumeran adlı gezegenler kendi güneşlerine 2,5 milyar km. ve takriben 80 dünya yılı uzaklıktaydı. Bir “Aldebaran Yılı” takriben “80 Dünya Yılı” ediyordu. Medyumsal bilgilere bakılırsa, Summi-Aldebaran kültürü kesiksiz bir evrim çizgisi takip ettiği için, birkaç milyon yıl yaşında ve bizim dünyamızdan daha eski, hem de çok daha ileri bir seviyede idi.
Şayet dünyamızın teknolojik ilerlemesinin son 70 yıl içine sığdığını düşünürsek, Summi-Aldebaranın biz dünyalılardan milyonlarca yıl ilerde üstün bir medeniyet olduğunu anlarız. Summi Aldebaran sisteminde insanlar uzun süredir ayrı ırklar halinde yaşıyorlardı.
“Işıklı tanrısal insanlar” Sumi-Er gezegeninde yaşıyorlardı ve bu “Alfa-Aldebaranlılar” İmparatorluğun tek egemen gücü idi. Diğer “Aşağı Irklar” Sumi-An gezegeninde yaşıyorlardı ve Sumi-Er’e girmeleri yasaklanmıştı. Gezegenler arası nükleer savaşların sonunda kolonilerde yaşayan bir kısım halk, yüksek radyasyona maruz kaldıkları için mutasyona uğrayarak, “Maymun Adamlar” haline gelmişlerdi. Dünyamızda da tarih öncesi çağlarda yaşadığı iddia edilen maymuna benzer insanlar, böyle bir mutasyon sonucu oluşmuş olabilirler. Günümüzde de Avustralya ve Yeni Gine’deki ilkel bir yaşama sahip zencilerin varlığı, yukardaki ihtimali güçlendirmektedir. (Eski doğu yazılarında büyük ve korkunç bir savaş olduğu ve bunun sonunda yaratıklar halinde geldiğinden bahseder. Asurlular, zencilerin böyle bir savaşın sonunda ortaya çıktığına inanırlardı. Bu inanca göre, büyük tufan, nükleer bir savaştan sonra hayatta kalan tanrısal insanlar tarafından hayvanlaşmış insanları yok etmek amacı için, bilinçli olarak yaratılmış bir felaketti. Gılgamış destanında da bir atom bombasının hatıraları korkunç sahnelerle anlatılmaktadır.) Aldebarandaki “aşağı” renkli ırk ile, kolonicilerin birbirileri ile karışmalarının sonucunda, kolonicilerin düşünsel ve manevi kabiliyetleri yok olmaya başlamıştı. Takriben 500 milyon dünya yılı sonra, Summi-Aldebaran’ın güneşi genişlemeye başladı. Summi-Aldebaran güneşi “kızıl bir dev” halini almaya başladığı zamanda, bu güneş sisteminin sadece 2 gezegeninde yaşam vardı. Yani Sumi-Er ve Sumi-An’da.. Kurtulan kolonicilerin torunları, Sumi-An gezegenini Alfa ırkının acil bir göçü için, muhtemel rezerv bir gezegen olarak görüyorlardı.
Aldebaranlılar, yaklaşık 500 milyon yıl önce –yani dünya daha Kambrium devrinde iken- gelmişlerdi. Bu devirde yaşam okyanuslarda ve sularda daha yeni başlamıştı. 500 milyon yıllık fosilleşmiş bir ayakkabı izi ve ayakkabının ezdiği, 400 milyon yıl önce nesli tükenmiş olan bir yengeç türü olan Tribolit. Bu iz yegane örnek değildir, 200 milyon yıllık, 60 milyon yıllık ve Dinozorlar devrine ait insan ayak izlerine rastlanmıştır. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Aldebaranlılar 500 milyon yıl önce ilk defa dünyaya ayak basmışlar ve muhtemelen burada bazı üsler kurmuşlardı. Bu üslerden Thule, Atlantis ve Mu gibi ilk efsanevi dünya medeniyetleri türemiştir. Aradan geçen binlerce senelik zaman dilimi içerisinde, Aldebaranlılar gezegenlerinin genişleyen güneşinin tesirinden korunmanın çaresini buldukları için, dünyada devamlı kalmaları için artık bir sebep kalmamıştı. İlk gelişlerinin üstünden yüzbinlerce yıl geçtikten sonra, üslerini ortadan kaldırarak geri döndüler. Bazı Aldebaranlılar ise dünyada kalarak burayı yeni vatanları olarak benimsediler. Dünyada kalan Aldebaranlılar, Mezopotamyada yüksek bir uygarlık kurdular. Sümer uygarlığı işte bu insanların eseridir! Aldebaranlılar bu uygarlığa, güneşleri olan Summi’den türettikleri “SÜMER” adını verdiler.
Yukarıda verdiğim bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Sümerler ve ilk Cermenler, Aldebaranlıların soyundan gelmekteydi. 1970’li yıllarda Özbekistan’ın Fergana şehri yakınındaki “Ohma”da binlerce yıllık kaya resimleri bulundu. Bu resimlerin birinde, uzaylı astronot diyebileceğimiz bir şeklin yanında, Alman Vril-1 uçan dairesine çok benzeyen bir disk bulunuyordu!!!..
Vril uçandaireleri gerçekten de Aldebaran’dan gelen medyumsal mesajların sonucunda Almanya’da imal edilmiş miydi? Yoksa bu bir “Zaman Uzay Deliğin” düşerek, binlerce yıl önceki geçmişe mecburi bir yolculuk yapan bir Alman uzay gemisi miydi?
Summi İmparatorluğu, yani Sumeran-Aldebaranlılar, “Capella” ve “Regullus” güneş sistemlerindeki imparatorluklarla savaş halindeydiler. Capella, Smanyolu’ndaki “Arabacı” takım yıldızının ana yıldızı, Regulus ise “Aslan” takım yıldızının ana yıldızıdır. Oraya yerleşen “yabancı ırklar”ı belki de Summi-Aldebaran’dan gelen yıldızlar arası kolonicilerin, mutasyona uğramış, torunları oluşturuyordu. Summi-Aldebaran ve düşmanları Capella/Regulus arasındaki savaş çok uzun bir zaman devam etmiş ve hiçbir taraf şu savaşta teknik üstünlüğe sahip olmalarına karşılık, Capella ve Regulusun da çok büyük sayıda insan malzemesi vardı. Bizim dünyevi zaman hesaplarımıza göre 20. yüzyılın 40’lı ve 50’lı yıllarında Aldebaranlılar düşmanlarına son ve kesin darbeyi vurarak, arkalarını serbest bir duruma geçirmişlerdi. Şunu da kabul etmek gerekir ki, çok eski zamanlarda dünyamızı yalnız Aldebaran-Sümerliler değil, Capella ve Ragulus’lular da ziyaret etmişlerdi. Dünyadaki üç ana ırk zenciler hariç bunlara bağlı olarak gelişmiş olabilir!!!
Sumeran (Aldebaran) İmparatorluğu siyasi olarak “Teokrasi” olarak nitelendiriliyordu. İmparatorluğun başında –aynı zamanda baş rahibe olan- bir imparatoriçe vardı. Böylece imparatoriçe hem siyasi, hem de manevi bir önder oluyordu. (Ortaçağdaki Papalığın gücüne benzer bir güce sahipti.) İmparatoriçenin altında en yüksek yasama organı olan “İmparatorluk Bakanlığı” vardı. Başkan her zaman bir erkek olurdu. Başkan, bütün uzay filosunun ve savaş gücünün de komutanı idi. Başkan ayrıca hem ekonomik alanda, hem de diğer alanlarda alınan kararlardan sorumlu idi. Sonuç olarak Aldebaran imparatorluğunun üçlü bir yönetim tarzı ile yönetildiğini söyleyebiliriz;

1- İmparatoriçe, rahip ve rahibeler,

2- İmparatoriçe ve imparatorluk başkanı, başkan imparatoriçe ile birlikte ekonomik ve askeri yönetimi belirlerdi.

3- Her şeyi kontrol eden Süper Bilgisayar “Malock” ve onun kutsal muhafızları.
1944 yılında Vril örgütü mensubu medyumların aldıkları mesajlara göre (Kanal Bilgileri) Aldebaranlıların gezegenlerarası “Uzay-Savaş” gemileri:
Aldebaran Gezegenler arası Uzay Savaş Kruvazörü

• Uzunluğu: 1,5 km.

• Genişliği: 1,0 km.
Taşıdığı Diğer Uzay Araçları:

• 3 adet disk şeklinde gezegenler arası keşif gemisi.

• Çapı: 45 m Yüksekliği: 20

• 1 adet puro şeklinde gezegenler arası yolculuk ve taşıyıcı nakliye uzay gemisi.

• Uzunluğu: 150 m. Genişliği: 50 m.
Aldebaran Gezegenler arası Uzay Savaş Gemisi:

• Uzunluğu: 3,0 km.

• Genişliği: 2,0 km.
Taşıdığı Diğer Uzay Araçları:

• 14 adet puro şeklinde gezegenler arası taşıyıcı uzay gemisi.

• Uzunluğu: 150 m. Genişliği: 50 m.

• 3 adet disk şeklinde uzay keşif gemisi: Bu gemiler daha küçük boyutlarda 42 adet gezegenler arası keşif gemisi ihtiva etmekte idi.
Aldebaran Gezegenler arası Süper Uzay Savaş Gemisi:

• Uzunluğu: 6,0 km.

• Genişliği: 3,0 km.
Taşıdığı Diğer Uzay Araçları:

• 10 adet puro şeklinde gezegenler arası taşıyıcı uzay gemisi.

• Uzunluğu: 450 m. Genişliği: 150 m.

• 81 adet disk şeklinde uzay keşif gemisi: Bu gemiler de daha küçük boyutlarda 810 adet disk şeklinde gezegenler arası uzay keşif gemisini ihtiva ediyordu.
Aldebaran-Summi uzay filosu başkomutanı Amiral Zoder, Nazi Almanyası’nın emrine 280 savaş gemisini tahsis etmeye hazır olduğunu ve bu gemilerin Srock cephesinde hazır tuttuğunu bildirmişti. Zoder, eğer Almanya yardım talep ederse, gemilerin Mars’taki üslerden dünyaya yolu yola çıkabileceğini bildirmişti. Hesaplanan tarihlere göre, bu gemilerin dünyaya varış tarihleri 1992/93 ve 2004/2005 olacaktı.
Efsanevi Thule Uygarlığının Dünya Dışı Bağlantıları
Thule bilindiği gibi kutupların ötesindeki Hyperborea’nın başkenti idi. Thule veya Tulla (Sanskritçe’de Tula denge anl***** gelmektedir.) Dünyanın merkezindeki güneşle –ki siyah küre veya kara boşluk olarak da bilinir- ilgili bir mitolojinin de kaynağıdır. Thule efsanesi en saf şekli ile evrendeki arşetipik güçleri temsil etmekte idi. Thule, dünya-dışı Elohimlerin, dünyanın yerlileri ile genetik olarak ilk defa karıştıkları bir yerdi. Elohimler bu karışımdan bugün insan olarak canlıyı ortaya çıkarmışlardı. Thule örgütü mensupları kendilerini Tötonik efsanelere ve dünya dışı “Yaşlılar Irkı”nın (Elohimlerin) kutsal bilgilerini araştırmaya adamıştı. Thule’cilere göre, kuzey mitolojileri bu ırkın kutsal kökenlerinin kodlanmış bilgilerini ihtiva ediyordu. İnsanlar ve tanrılar arsındaki ilk savaş başladığı zaman “Ultima Thule” Tötonik cennet bahçesi olarak tanımlanıyordu.
Miguel Serrano, ezoterik Hitlercilik’ten bahseden kitabında, eski efsanelere göre, Hyperborea devlerin ve üstün insanların yaşadığı bir yerdi, demektedir. Bu efsanelerde, kuzey kutbunun ötesinde bulunan cam gibi şeffaf bir şehirden bahsedilmekteydi. Burada yaşayan üstün insanların derisi maviye çalar bir beyazlıktaydı ve saçları da altın sarısı idi.
Uzay kuzeyin kadınları ise, tanrısal güzelliğe sahip, büyücüler ve rahibelerdi. Bu kadınlar büyüsel “Vril” gücü yardımı ile, yerçekimini yenip havada yükselebiliyor ve uzak yıldızlarla iletişim kurabiliyorlardı. Bugünkü İzlanda, Grönland ve Spitzbergen o efsanevi kıta’dan geri kalan yerlerdir. Bazı araştırmacılara göre, yukarı kuzey, yani Atlantis ve Hyperborea, dünyanın aynı bölgesine verilen farklı isimlerdi. Eflatun’un bahsettiği Atlantis, aslında kutup bölgesinde bulunuyordu. 16. yüzyılda yaşamış İzlandalı simyacı Arne Saknussem, İzlanda’yı batık kıtadan geri kalan yer olarak belirtmekteydi. MÖ 4000 yılında buzulların erimesi ile birlikte, çözülen buz kitleleri, bir felaket sonucu batan Hyperborea’ya ulaşmayı imkansız bir hale getirmişti. Hintli düşünür Hilak’a göre, Aryanlar kutuplardan önce Gobi’ye, sonra Hindistan’a gelmişlerdi. Diğer bir kol ise önce Kafkaslar’a sonra da Avrupa’ya göç etmiştir. Hinduizm, Yoga ve felsefesi, çok uzaklarda kalmış bu kuzeyli bilgeliğinin hatıralarından ibaretti. Efsanelere göre, “Vril” denilen bu dünya dışı güç yardımı ile, hava gemilerini düşünceden bile daha süratle hareket ettirmek mümkündü. Bu gemilerin ne pilotu, ne de uçuş yönetim tertibatları vardı. Mahabbarata’da tarih öncesi çağlara ait bir savaş hikayesinde, bu hava gemilerinden “Vimanalar” ve “Dhurakhapalamlar” olarak söz edilir. Bu hava gemileri bazı ses titreşimleri yardımı ile olduğu kadar, insanların düşünce ve duyguları vasıtası ile yönlendirilebiliyorlardı.
Tarih Öncesinin Hint Uçandaireleri; Vimana’lar:
Mahabbarata ve Ramayana’da uçan cisimlere ait birçok açıklamalar vardır. Hindistan’daki bu eski kültür yapıtları sayesinde eski Hindu’lar uçan makinalar yapabilecek bir seviyede bulunuyordu. Yantrasarwasman kitabının “Vimandhi Karanam” bölümünde uçan araçların yapımı ve kullanımı ile ilgili mufassal açıklamalar vardır. Eski Hint kaynaklarından 3 çeşit Vimana olduğunu öğreniyoruz:

1) Mantrika Vimanalar,

2) Tantrika Vimanalar ve

3) Kritika Vimanalar.
Bu gemilerin hepsi ayrı bir güçle çalışıyordu. Gemilerin itici gücü ile ilgili açıklamalar, Vimanachandrika, Vyomanya Tantra ve Khete Vilasa adlı kitaplarda bütün tafsilatı ile anlatılmıştır. Bütün bu adı geçenlerden evvel “Saktydugama Vimana” adlı bir gemi bulunuyordu ve bu elektrik enerjisi ile çalışıyordu. Bu uçan makinalar muhtelif tip merceklerle donatılmışlardı. Tüplerine göre güneş ışınlarını ya topluyor ya da yansıtıyorlardı. Bu şekilde makinaya havada uçma gücü veriyorlardı. “Amshuvavaragam” denilen araçlar doğrundan güneş enerjisi ile çalışan makinelardı. Hyperborea’daki felaketten kaçarak İzlanda’Ya ve Grönland’a sığınanlara ne olmuştu? Onlar yok olmuşlar mıydı?
Yoksa kozmik müzik gücü ile çalışan Vimanalarına binerek, düşünceden daha hızlı bir şekilde, geldikleri Kara güneşin yakınında bulunan ve yeşil ışık saçan başka bir yıldıza mı dönmüşlerdi? Biz onların bazılarının dünyadaki kaldıklarını ve muazzam güç ve yetenekleri ile insanların genlerini mutasyona uğrattıklarını biliyoruz. Bu mutasyon dıştan değil, içten yapılmıştı.
Efsaneler göre bu ırk, dünyanın içine yani, Agarta ve Şamballa kentlere sığınmıştı. Maya’ların en eski kutsal kitabı “Popol Vuh”da Hyperbor’lulardan, beyaz tanrılardan söz eder. Onlar günün birinde dünyanın içinden veya yıldızlardan geri dönme sözü vermişlerdi. Bu tanrılar “Kali Yuga” döneminin sonunda (Bizim içinde yaşadığımız dönem) vukubulacak dünya ekseninin kayması sonucu bir dizi dünyayı sarsacak doğal felaketler sonrası, yeniden dünyaya geleceklerdi. O zaman ilk başlangıç döneminde olduğu gibi, kutuplar yeniden bir kutup halinde doğru bir eksene bağlanacaktı. İlk dönemde, yani Satya Yuga döneminde olduğu gibi insanlar 1000 seneden fazla yaşabilecekti.(3)

(1) Boğa, koç ve ikizler arasında yer alan takım yıldızıdır. Boğa takım yıldızı, çıplak gözle kolayca görülebilen Öküz kümesi (Aldebaran’nın çok yakınında) ve Ülker kümesinin on derece kadar kuzeydoğusunda yer alır.

(2) İncil’e göre, Moloch, Ammoniler ve Fenikelilerin çocuk kurban ettikleri bir tanrı idi.

(3) Hint Yuga öğretisine göre 4 devir vardır; Satya-Yuha, Altın çağa tekabül eder, Tréta-Yuga, Gümüş çağa tekabül eder, Swara-Yuga, Bronz çağa tekabül eder, Kali-Yuga, en karanlık Dmir çağına tekabül eder. Bu 4 çağ bir Manvantara’yı oluşturur.
İçinde Bulunduğumuz Karanlık Çağ Kali-Yuga’nın Özellikleri:
Biz belirlenmiş sikluslara (devrelere) göre dönem dönem evolüsyondan bozulmaya geçmekteyiz. Başlangıçta fazliletlerin doruk noktasına eriştiği Altın Çağ’da faziletlerin payı 4’te 4’tü. Onu izleyen uygarlık Gümüş Çağı’ndan geçiyordu ve faziletler 4’te 3’e düştü. Ondan sonraki Tunç Çağı’nda ise faziletler 4’te 2’den daha fazla değildi. Demir Çağı’nın başlangıcı bu faziletlerin dörtte birlik bir bölümünü kesip attı. Geriye kalan o dörtte birlik faziletler de bu uygarlığın giderek düşüşü ile birlikte eriyip gidecek ve siklusun sonunda, tüm faziletler rezilete dönüşecek, utanma kalkacak, reziletlerin ve tutkuların zincirlerinden boşanması gibi, savaşlar ve ihtilaller de birbirini izleyecek ve tüm sanatlar yolundan şaşacak; tüm bunlar yeni bir tufanın gelip yeryüzünü bu nefret edilesi şeylerden temizlenmesine kadar sürecektir.
Çağımız antik çağlardaki büyük çöküş devirlerine benzemektedir ve günümüzdeki çocukların pek çoğu bu felaketlerin tanıkları olacaklardır. Tüm kutsal yazılar bizlerin, yani 5. ırkın bu korkunç çöküşünü önceden söylemişlerdirler: “Toplum, refahın tek amaç edinildiği, maddi zenginliğin ise faziletin yegane kaynağı haline geldiği, karı ve koca arasındaki tek bağın tutku olduğu, cinsellik ticaretinin yegane zevk vasıtası olduğu bir safhaya gelirse, Kali Yuga (Demir Çağı) içindeyiz demektir. “Hindu kozmolojisinde bizim dönemimizi de kapsayan Kali Yuga’nın 18 Şubat Cuma MÖ 31022de başladığına inanılır. Hz. İsa, Demir Çağ’ının sona eriş döneminin insanların “ızdıraptan kaçışları” olarak tanımlamış, Aziz Luka da gelecekteki tufandan söz ederken “İnsanlar kabaran denizi ve dalgaların azgınlığını görünce korkudan öleceklerdir” ifadesini kullanmıştır. Bu sonuna ermekte olan 5. ırk, bilimi en uç sınırlarına kadar vardıracaktır ama gelecekteki 6.ırk’ın uğraşısı insanları fiziğe doğru sevk etmek olacaktır. İnsanlık olarak evolüsyon ve envolüsyonun keşistiği o büyük kırılma noktasına gelmiş bulunmaktayız. İnsanlığın ayıklanması için gerekli olan imtihan da şu anda gerçekleştirilmektedir.
J. Van Helsing’e göre, “Ultima Thule” Hyperborea kıtasına göç eden ilk Ayranların başkenti idi. Bu kıta Lemurya ve Atlantis kadar eski bir geçmişe sahipti. Hyperborea Kuzey denizinde bulunuyordu ve bir buzçağının sonunda denize gömülmüştü. Thule’lilerin inançlarına göre, Hyperborlu’lar Boğa takım yıldızında bulunan Aldebaran güneş sisteminden gemlilerdi. Hyperborlular takriben 4 m. uzunluğunda, beyaz derili, sarışın ve mavi gözlüydüler. Bunlar barışsever insanlardı ve vejeteryen bir beslenme biçimini benimsemişlerdi. (Hitlerin de vejeteryen olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum.) Thule örgütünün elinde bulunan belgelere göre, Hyperborlu’lar teknik olarak çok ileri bir düzeyde idiler. Onlar, bugün bizim “UFO” olarak bildiğimiz, onlarınsa “Vril-ya” dedikleri uçan disklerine sahiptiler. Bu uçan diskler, birbirine zıt dönen 2 manyetik alan yardımı ile yerçekimini yenerek, yükseliyorlardı. (Levitasyon=Havaya yükselme ve yerçekimsizlik) ve ayrıca korkunç bir hıza ve manevra yeteneğine de sahiptiler. Bugünkü UFO’larda da Vril gücünün enerji potansiyeli ve güç kaynağı olarak kullanılmakta idi. (Vril=Eter, Od, Prana enerjisi, Çi, Kozmik güç, Orgon enerjisi olarak da bilinir. Akat’larda, Vril=En yüksek tanrı, tanrı gibi, anl***** gelmekte idi)
Hyperborea batmaya başladığı zaman, Hyberbor’lular büyük makineları vasıtası ile dünya kabuğunu oymaya ve devasa tüneller açmaya başlamışlardı. Daha sonra bu tünellerini kullanarak Himalaya bölgesinin altına göç ettiler. Bu yer altı imparatorluğuna daha sonra “Agartha” veya “Agarthi” dendi. İmparatorluğun başkenti ise, “Şamballa” idi. Pers’ler bu yer altı imparatorluğuna “Ariana” veya”Arianne”, yani (Ayranların anavatanı) diyorlardı. Thule’nin aslında Atlantis olduğuna inanmıştı. Ona göre, Thule Atlantis’lileri iyi ve kötü olmak üzere 2 gruba ayrılmışlardı. Kendilerine “Agarthi” denilenler iyilerdi ve Himalaya bölgesinin altında yaşıyorlardı. Diğerleri ise “Şamballa” grubu ve “kötüleri” temsil ediyorlardı. Bunlar insanları köle etmek istiyorlardı ve batılılarla ilişki içindeydiler. Haushofer’e göre, Agarthi ve Şamballa arasında 1000 seneden beri bir mücadele sürmekte idi. Bu mücadeleye daha sonra örgütü de Argathi’nin temsilcisi olarak katılarak, Şamballa’nın temsilcisi Masonlar, Siyonistlerle olan kavgayı devam ettirmişti. Muhtemelen bu da Thule’nin misyonu idi. Bu yer altı imparatorluğunun efendisi, Dünya Kralı “Rigden Iyepo” idi. Dünya Kralının yeryüzündeki temsilcisi ise Dalay Lama idi. Haushofer, Tibet ve Hindistan gezileri sırasında Himalayaların altındaki imparatorluğun Aryan ırkının çıkış yeri olduğuna inanmıştı. Thule’nin amblemi sola dönen bir gamalı haçtı. Tibetli lamaların ve şahsen Dalay Lama’nın açıklamalarına bakılırsa, Agarthi halkı bugün de mevcudiyetlerini devam ettiriyordu. Yer altı imparatorluğu, bütün doğu öğretilerinde kökleşmiş bulunuyordu ve yeryüzünün her tarafına dağılmış vaziyette idi. Örneğin; Sahra çölünün altındaki dev merkezlerde, Brezilya’daki Matto Grosso dağlık bölgesinde, yine Brezilya’nın Catarina dağlarında, Yukatan, Meksika, Kaliforniya’da Şaşta dağında, İngiltere’de, Mısır’da ve Çekoslovakya’da. Hitler’in bütün uğraşı, yeraltındaki Agarthi imparatorluğuna giden girişi bulmak ve Aldebaran-Hyperborea’lı Aryan-tanrısal insanların soyundan gelenlerle temas kurmak idi. Yer altı imparatorluğu ile ilgili efsane ve söylencelerde, dünya yüzeyinde kötü bir savaşın (III. Dünya Savaşı) olacağı, bu savaşla beraber meydana gelen depremler, diğer doğal felaketler ve kutup ekseninin kayması sonucu insanların üçte ikisinin öleceği, belirtilmişti.
Bu son savaştan sonra dünyanın içindeki muhtelif ırklar, dünya yüzeyinde hayatta kalanlarla yeniden birleşerek 1000 yıllık “Altın Çağ”ı (Kova Çağı’nı) başlatacaklardı. Hitler, Ari ırkın efendi olduğu bir “Dış” Agarthi veya “Ariana”yı yaratmak istemişti ve Almanya’da bu ırkın vatanı olacaktı. III. Reich zamanında SS’ler “giriş”leri bulmak için Himalaya’lara iki büyük keşif gezisi düzenlediler.
Diğer keşif gezileri ise, And dağlarına, Brezilya’daki Motto Grosso ve Santa Catarina dağlarına, Çekoslovakya’ya ve İngiltere’ye düzenlenmişti. Jürgen Spanuth gibi Herman Wirth de Atlantisi neo-hyperborik bir anlayışa göre yeniden değerlendirmiş ve bu yüksek medeniyetin, kutup bölgesinde (özellikle Grönland’da) oturan ilk yerleşimcilerin bir eseri olduğunu iddia etmiştir. J. Gorsleben, MÖ çağlardaki kuzeyli kültür mirasının izlerinin Hyperborik-Atlantis bilgilerini ihtiva ettiğini düşünmektedir.
Atlantik Uygarlığını Kuranlar:
Yaşadığımız çağdan 250-300.000 yıl kadar önceleri Atlantik uygarlığını kurmuş olanlar dünyamız insanlarından değillerdi. Başka bir gezegenden gemlilerdi. Öte yandan Mars gezegeninden gelenler merkezi Asya’da Gobi çölü yakınlarında olan büyük “MU” uygarlığı kurmuş olan insanlardır ve bunların da Atlantik uygarlığı ile ilişiği yoktur. Mu ve Atlantik uygarlıklarını kuranlar ayrı ırklardandı. Atlantiklilerin ana dünyası dünyamızdan 4,3 ışık yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centaurus yıldız sistemine bağlıydı. Proxima Centaurus veya Balkı denen bu sistem birkaç yıldızdan teşekkül etmektedir. Bu yıldızlardan Proxima çevresinde uydu halinde bulunan Alpha Centaure A ve Alpha Centaure B üzerinde durmak gerekir. B, A’dan daha parlak görünür, aynı zaman daha da büyüktür. Baavi gezegeni, Proxima çevresini 311 gün 27 saat 12 dakikada döner. Bu yıldız dünyamızdan 1,5 kere daha büyüktür. Atmosferi dünyamıza çok benzer ve yaşamaya çok elverişlidir. Geceleri aydınlık geçer. Bu yüzden gezegene “Güneşin Oğlu” denmiştir ve halkına da “Baavililer” denir. Öte yandan Sanşoniaton Fenike tarihinde, Bavlılar Baalbekte gemileri için bir alan inşa ettiler diye yazmaktadır. Hakikaten de, Lübnandaki Baalbek harabeleri eski bir hava alanını andırır. Miguel Serrano’ya göre, Hyperborlular göklerden gelmiş tanrılar veya yarı tanrılardı.(Bazı Alman okült yazarlar Thule’de “dev” üstün insanların yaşadığı iddia etmektedir.) Efsanevi Apollo, yukarı kuzeye yani Hyperborea’ya yaşamaya giderdi. Serrano bilginin dünya dışından dünyaya geldiğini iddia etmektedir. Tanrısal Hyperborlular, yarı tanrısal Atlantisliler bu dünyanın çocukları ile karışmamışlardı. Hinduizm’de insanlar 3 gruba ayrılıyordu; Tamas, Raja, Sattva. Kuala-Tantrizminde de insanlar yine 3 gruba ayrılmıştı; Pasu (Aşağı veya hayvansı insan), Vriya (Kahraman insan) ve Divya (Tanrı insan). Çağımızda insanlar materyalizm bataklığına saplanarak, “dünya insanı” grubundan bile aşağısına düşmüş vaziyettedir.
Yukarı kuzeydeki, Hyberborea’daki Thule, Atlantis ile aynı zamanda ortaya çıkmıştı. Burada, efendilerin mekanında, Atlantisli yönetici sınıf inisiye edilirdi. Kutbun orta noktasında onlar, dünya-dışı öğretileri öğrenirlerdi. Thule, bir millet veya bir halk değil, ölümsüz, tanrısal varlıkların oluşturduğu bir büyücüler cemaati idi.
Hyperborea’da yaşayan beyaz mavi ırk için “mavi kan”ın saflığını korumak çok önemliydi. Hyberborea’nın beyaz tanrıları başka yıldızlardan –belki de çok uzakta kalmış bir çağda- Venüs’ten gelmiş olabilirlerdi. Tiahunaco efsanelerinde adı geçen Mamakocha, Orejona, Kontiki, Virakocha ve diğerleri Thule’den, yani Tolteklerin, Mayaların ve İnkalar’ın atalarının yurdundan gelmişlerdi.
Serrano, “Adolf Hitler El Ultimo Avatara” (Son Avatar Adolf Hitler) adlı başka bir kitabında (1984) Thule felsefesini detaylı bir şekilde açıklamıştı.
Serrano’ya göre, Hitler Vişnu’nun 10. Avatarı (Yani Kali-Yuga dönemenin sonunu getirmek için enkarne olan Kalki Avatar=Mesih) idi. Budizm terminolojisine göre, Hitler bir “Tulku” veya bir “Bodhisattya” idi. Yani, kendisini bu dünyaya yeniden doğuş çemberinden kurtarmış, dünyaya gönüllü olarak, insanlığı kurtarmak için gelmiş kutsal bir kişi idi. Bu sebepten o eleştirilemezdi. Serrano, bu kitabında da Hitler’in II. Dünya Savaşı’ndan sağ olarak kurtulduğunu ve 1945 yılında, bir Alman uçandairesine binerek, Güney Kutbundaki yer altı sığınağına kaçtığını anlatır. Hitler, exoterik (dıştaki) savaşın sona erdiğini bildiği için, Güney Kutbu’ndan ezoterik (Batıni) savaşını sürdürmeye devam etmişi. Yazar, adı geçen kitabında zamanda oldukça gerilere giderek, galaksimiz dışından gelen varlıkların, dünyamıza “İlk Hyperborea”yı oluşturduklarını iddia eder. Ona göre bu kozmik kökenli insanların kurduğu medeniyeti gizlemek için, dünyamızda büyük bir komplo mevcuttu. Hyperborea’lıların kozmik kökenlerine ait son bilgiler, İskenderiye kütüphanesinin yakıması ile yok edilmişti. Bu Demiurg(1) örneklerini Neanderthal insanlarının kalıntılarında da gördüğümüz, aşağı, robotik tip insanları yaratmıştı. Demiurg’un yaratıkları için planı; Onların tekrar ve tekrar bu dünyaya yeniden doğmaları idi. Buna “Pitriyana”, yani “Ataların Yolu” deniyordu. Hyperborea’lılar için Demiurg’un reenkarnasyon çemberine düşmek söz konusu değildi. Öldükleri zaman onlar, tanrıların, yani “Devayana”ların yolunu seçerek, Tulku’lar veya Bodhissattva’lar gibi, isterlerse yeniden dünyaya gelirlerdi.
3. göze sahip(2) ve Vril gücüne hükmeden Hyperborea’lılar, cinsel birleşme yoluyla değil, bedenlerinden dışarı doğru yayılan bir plazma vasıtası ile ürerlerdi. Hyperborea’lıların damalarında “Kara Güneş”in ışığı dolaşırdı. Onların en büyük maceraları, Demiurg’un mekanik evreni ile savaşmak amacı ile dünyaya enkarne olmaları idi. Bu kutsal savaşa girmiş, ilahi varlıklar olarak, birincisi görünmez olan Hyberborea’dan sonra, Kuzey Kutbu çevresindeki kıtada 2. Hyperborea’yı oluşturdular. Bu “Altın Çağ”ın veya “Satya Yuga”nın egemen olduğu devirlerdi. Bu devrin yöneticisi, zamanın da efendisi olan Satürn ve yardımcısı Rhea idi. Bundan sonra Hyperborea’lılar dünya gezegeninin aşağı ırklarına, yarı-hayvan bir durumdan çıkmaları için yardımcı olmaya başladılar. Siyah, sarı ve kızıl renkli ırklara bir zerre ölümsüzlük vererek, dünyayı spirütüelleştirmeye başladılar. Daha sonra, Tevratın “yaratılış” bölümünde de açıklandığı gibi bir felaket meydana geldi. “Tanrıların çocukları, insanların kızları ile birleşerek, onlardan çocuk sahibi oldular.” Hyberborealılar, Demiurg’un yaratıkları ile kanlarını karıştırarak büyük bir hata yapmışlardı. Ve bu kan karışımı “Büyük Günah”a ve “Cennetin Kaybolmasına” yol açtı. Bu günahın fiziksel sonucu olarak, bir ay veya komet dünyaya çarptı ve Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinin yerleri değişti ve Hyperborea yeniden görünmez bir duruma geldi.

(1) Yunanca “demo”dan türetilmiş olan Demiurg, Eflatun zamanından beri alemin yaratıcısı için kullanılmış olan bir terimdir. Gnostisizm’e dayalı dinsel geleneklerde maddi alemin ve insanın bedeninin yaratıcılığı fonksiyonunu üstelen güce verilen isimdir. Gnostik akımlarda Demiurg, yüce ışık tanrısından uzaklaşması ve karanlık alemiyle ilişkisi kurması sebebiyle yüce tanrının gözünden düşerek ışık aleminden atılan düşmüş bir varlık olarak görülür. Öte yandan çeşitli Hıristiyan gnostik akımları Eski Ahid tanrısının, acımasız ve despot karakterli yaratıcı tanrı-Deiurg olduğunu kabul ederler.

(2) Üçüncü göz, “Alın Şakrasına” verilen isimdir. Bu şakra “duru görü” yeteneği ile ilgilidir. Beyindeki pineal bezle ilgi olması mümkündür. Dumura uğramış bir üçüncü göz, ya da tepegözü hatırlatır gibidir. Yoga çalışmalarında alın şakrasına yapılan etki pineal bezi de etkileyerek durugörünün hızlanmasına sebep olabilir.

Kaynaklar:

• Preston B. Nichols & Peter Moon, “Pyramids of Montauk”, Sky Boks, 1998 NewYork

• William Lyne, “Space Aliens from The Pentagon”, Creatopia Prductions, Revised and expanded second edition, 1995

• Peter Moon, “The Black Sun”

• Jan Van Helsing, “Geheimgesellschaften und ihre Macht im 20. Jahrhundert”

• Miguel Serrano, “Das Goldene Band” (Esoterischer Hitlerismus)

• Ara Avedisyan, “Evrende En Büyük Sır”, Sümer Yayınevi

• Turgut GÜRSAN, Hitler’in Almanyası Gizli Tarihi sf. 149-169




l
y
y
y

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder